DİRSE HAN OĞLU BOĞAÇ HAN DESTANI

ana sayfaya dön

Oğuz ülkesinin Bayındır adında bir hanı varmış. Bayındır
Han attan aygır, deveden buğra, koyundan
koç kestirirmiş. Erkek cinsi besili mallardan birer sürü kırdırırmış.
Büyük kazanlarla yemekler pişirtirmiş. Geniş ağızlı
tencerelerle pilavlar döktürürmüş. Yağlı yoğurtlardan ayranlar
yaydırırmış. Semiz kısraklardan kımızlar sağdırırmış.
Soğuk şerbetler hazırlatırmış. Yılda bir kere Oğuz beylerine
büyük toy verirmiş. Bayındır Han, yeme içme faslından sonra
itinayla besletmiş olduğu azgın boğasıyla kızgın buğrasını
Akmeydan’a çıkartır, dövüştürürmüş. Boğa ile buğranın dövüşünü
beyleriyle seyreder, eğlenirmiş.
Bayındır Han, günlerden bir gün yine toy vermiş. Hanlık
otağını Akmeydan’a diktirmiş. Önüne ala savanlardan gölgelikler
çektirmiş. İçini ipek halılarla döşetmiş. Bir yere ak otağ,
bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuş. Ak otağ
ile kızıl otağın içini dışını bir güzel donattırmış. Her tarafını
pırıl pırıl ettirmiş. Kara otağın içine dışına ise bir süpürge
bile vurdurmamış. Her yeri çer çöp, toz toprak içinde bıraktırmış.
İş güç bitince de hizmetkârlarına emir vermiş: “Oğlu
olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa buyur edin. Döşeklerinikalın atın. Yemeklerini yağlı yerinden çıkarın. Beylerimi ağırlıklarınca
ağırlayın. Oğlu kızı olmayanı ise getirip kara otağa
indirin. Altına kara keçe serin. Önüne kara koyun yahnisinden
koyun. Yerse yesin. Yemezse kalksın gitsin. Oğlu kızı
olmayanı Allah hor görmüştür, biz de hor görürüz!” demiş.
Oğuz beyleri bir bir toplanmaya başlamışlar. Bayındır
Han’ın hizmetkârları, oğlu olan beyleri ak otağa, kızı olanları
kızıl otağa buyur etmişler. Altlarına kalın döşekler açmışlar.
Sırtlarına çifte yün yastıklar koymuşlar. Önlerine altın tepsiler,
gümüş siniler içinde yağlar, ballar, kaymaklar; kavurmalar,
kebaplar, pilavlar; ayranlar, kımızlar, şerbetler getirmişler.
Oğlu kızı olan beylere tamı tamına kırkar hizmetkâr gün
boyu izzet ü ikramda bulunmuş.
Meğer Dirse Han adında bir bey varmış. Oğlu kızı yok
imiş. O sabah Dirse Han, kırk yiğidini yanına alarak erkenden
yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş.
Kuşluk vakti girmeden Bayındır Han’ın sohbetine yetmiş.
Bayındır Han’ın hizmetkârlarından biri, Dirse Han’ı avluda
karşılamış. Önüne düşüp kara otağa indirmiş.
Altına kara keçe atmış. Sırtına kırk budaklı çam kütüğü
dayamış. Önüne kara çanak içinde kara koyun yahnisinden
bırakmış: “Bayındır Han’dan buyruk böyledir, hanım!” deyip
kenara çekilmiş.
Dirse Han, gördüğü muameleye bir anlam verememiş:
“Durup dururken Bayındır Han, niye böyle buyursun ki?”
diye biraz düşünmüş. Boşa koymuş, dolmamış. Doluya koymuş,
almamış. İşin aslını astarını öğrenmek için Bayındır
Han’ın hizmetkârına dönmüş: “Bre yiğidim! Bayındır Han
benim ne eksiğimi, ne kusurumu gördü? Kılıcımdan mı gördü,
soframdan mı? Yiğitlikte, cömertlikte benden geri olanları
kızıl otağa, ak otağa kondurdu. Beni de tutup kara otağa
indirdi!” demiş.
Bayındır Han’ın hizmetkârı, “Ulu Hanımız, ‘Oğlu kızı
olmayanı Allah hor görmüştür, biz de hor görürüz!’ dedi idi,
hanım!” demiş. Bir kenara çekilmiş.
Gittiği yerlerin otlaklarını geyik bilir. Körpe çimenlerin
yerini yaban eşeği bilir. Ayrı ayrı yolların izini deve bilir. Yedi
derenin kokularını tilki bilir. Geceleyin kervan göçtüğünü
çayır kuşu bilir. Oğulun kimden olduğunu anası bilir. Erin
ağırını, hafifini küheylan bilir. Ağır yüklerin zahmetini katır
bilir. Fitil işler yara sızısını çeken bilir. Evlatsızlığın ne olduğunu
Dirse Han’dan daha iyi kim bilir? Bayındır Han’ın
sözleri Dirse Han’ın yüreğine zehirli ok gibi saplanmış. Ama
elin ağzı torba değil ki büze! Oturduğu yerden doğruluverip
kırk yiğidine seslenmiş: “Kalkın yiğitlerim! Bunda Bayındır
Han’ın kabahati yoktur. Çocuğumun olmamasının kusuru
ya bendendir ya da hatunumdandır!” deyip konmadan göçmüş.
Atına atladığı gibi evinin yolunu tutmuş.
Dirse Han, perişan bir hâlde gelmiş evine. Avludan girer
girmez atının yularını üzerine atmış. Gelip eşikliğe oturmuş.
Başını ellerinin arasına alarak kara kara düşünmeye başlamış.
Gülçehre, kocası Dirse Han’ın izinin üstüne geri döndüğünü
görünce kötü şeylerin olduğunu anlamış. Fakat Dirse Han’a
ters gelecek bir şey yapmadan usulca varmış, güler yüz,
tatlı dil ile hoş beş edip hâl hatır sormuş. Ama Dirse Han,
Gülçehre’ye ne cevap vermiş ne de yüzüne bakmış. Gözlerini
yere dikip yalnız iç geçirmiş. Gülçehre, ne olduğunu anlamak
için alttan alarak bir iki lâf daha etmiş: “A Dirse Han! Göz
açınca gördüğüm, gönül verip sevdiğim! Sana böyle ne oldu?
Niçin hüzünlere gark oldun? Gittiğin yerde mi bir şeyler
oldu? Hayırdır, niye izinin üstüne dönüp geldin? Ağızdan
dilden bir haber ver bana. Kara başım kurban olsun bu
günsana!” demiş.
Dirse Han, gönüllü gönülsüz başını yerden kaldırmış.
Gülçehre’nin yüzüne bakmış. Bayındır Han’ın otağında ne
olmuşsa hepsini bir bir anlatmaya başlamış. Çocuğu olmadığı
için bu muameleye marûz kaldığını söylerken birden
gazaba gelmiş: “Han kızı! Han kızı, sebebi nedir söyle bana!
Müthiş gazap ederim şimdi sana! Sende mi bir kusur vardır,
yoksa bende mi? Niye Hakk teâlâ bize de nur topu gibi bir
evlat vermez?” diye ağım ağım ağlamış. Acı acı söylemiş.
Gülçehre, Dirse Han’ın sözleriyle can evinden vurulmuşa
dönmüş. En onmaz yerleri incinip yaralanmış. Sanki kaburgaları
birbirine geçip göğsü daralmış. Nefes alamaz olmuş.
Bağrı kebap gibi kavrulup kara çekik gözlerinden kanlı yaşlar
yürümüş. Biçare, iki döküp bir söylemiş. Görelim, hanım ne
söylemiş: “Hey Dirse Han! Ne diye kahredip acı sözler söylersin?
Ne diye illa birimizde kusur ararsın! Devleti de evlâdı
da veren Allah değil mi? Sen de kalk, ala otağ diktir. Altına
fakir fukarayı topla. Allah’a hoş gelecek işler yap. Sadaka dağıt.
Adaklar ada. Dilekler dile. Belki bir ağzı dualının duası
kabul olur da Allah u teâlâ bize de nur topu gibi bir oğul
verir.” demiş.
Dirse Han, dişi ehlinin sözü üzerine gitmiş. İç Oğuzlara,
Dış Oğuzlara haber salmış. Attan aygır, deveden buğra, koDEDE
yundan koç kestirmiş. Erkek cinsi besili mallardan birer sürü
kırdırmış. Tepe kadar et yığdırmış. Göl gibi kımız sağdırmış.
Sıcak yemekler, soğuk içecekler hazırlatmış. Aç görünce doyurmuş.
Çıplak görünce giydirmiş. Borçluları borcundan
kurtarmış. Ala otağ altında büyük toy, büyük ziyafet vermiş.
O gün Dedem Korkut gelerek Dirse Han’a bir oğul vermesi
için Allah’a dua eylemiş.
At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Dirse Han’dan iyilik
görenlerden birinin duası kabul olmuş olacak. Günlerden bir
gün Gülçehre’nin başı dönmüş, midesi bulanmış. Canı ekşi
istemiş. Basbayağı aşerince hamile olduğu anlaşılmış. Böylece
günler günlere, aylar aylara eklenmiş. Bir gece sabaha karşı
Gülçehre, nur topu gibi bir oğlan doğurmuş. Bir oğlan ki ay
parçası. Bir oğlan ki kaplan pençesi. Anlatmaya dil yetmez.
O gün iki gün birden doğmuş. Dirse Han, yedi yıl sonra
bulduğu oğlu için dokuz koçu birden kurban eylemiş. Etini
fakir fukaraya dağıtmış. Kırk gün boyunca önüne çıkana
altın gümüş bağışlamış. Garipleri sevindirip gönül yapmış.
Oğlunu altın pencereli geniş bir otağa yerleştirip dadılara
emanet etmiş.
Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür. Ay batmış, gün
dolanmış. Oğlan, on beş yaşına dayanmış. O zamanlar bir
marifet göstermeyene ad verilmezmiş. Günlerden bir gün
Bayındır Han, Oğuz beylerine yine büyük bir toy vermiş.
Beyler bir bir gelerek Bayındır Han’ın otağında toplanmışlar.
Dirse Han ise oğlu ile çıkagelmiş. Bayındır
Han’ın hizmetkârları Dirse Han’ı yarı yolda karşılamışlar.
Getirip ak otağın önünde indirmişler. Kudretli Oğuz beylerinin
arasına buyur etmişler. Dirse Han, beyler ile oturmuş, oğlu
da diğer çocukların yanına varmış. Kendisi gibi üç arkadaş
bulup çelik çomak oynamaya koyulmuş.
Yeme içme faslı bitince Bayındır Han, azgın boğa ile
kızgın buğrayı çıkarmaları için adam salmış. Birbirinden
kuvvetli, altı adam hemen yürüyüp gitmiş. Üçü bir yandan,
üçü diğer yandan zincirlerle tutarak kara boğayı getirmişler.
Gelgelelim boğa, sanki boğa değil, azgın bir canavarmış. Elmas
mızrağa benzeyen boynuzuyla sert taşa vursa kara taşı
tuz buz edermiş. Kara boğa meydana çıkarken çarpınıvermiş.
Bir anda altı adamın elinden boşanıp gitmiş. Meydanın orta
yerine varıp burnunu yere dikmiş. Öfkeli öfkeli, yerleri deşeleyip
böğürmüş. Altı adam, azgın boğanın şerrinden korkarak
kaçmaya, diğer yandan da, “Kaçın!” diye bağırmaya
başlamış.
Azgın boğayı zincirsiz görenler çil yavrusu gibi dağılmışlar.
Çelik çomak oynayan üç oğlan da kaçışmış. Akmeydan’ın
orta yerinde bir tek Dirse Han’ın oğlancığı kalakalmış. Azgın
boğanın üstüne geldiğini göre göre bir tarafa gitmemiş.
Herkes, “Boğa oğlanı helâk eyleyecek!” diye hop oturup hop
kalkmış ya! Oğlan olduğu yerden hiç kımıldamamış. Yalnız,
eline kara bir taş alıp boğanın saldırmasını beklemiş. Azgın
boğa, elmas mızrağa benzeyen boynuzlarını uzatarak hışımla
oğlana saldırmış. Bunu görenlerin korkudan yüreği ağzına
gelmiş. Boğa, oğlanın böğrünü ortalayarak koşturup varmış.
Dirse Han’ın oğlancığı elindeki kara taşla boğanın alnının
ortasına öyle bir indirmiş ki bin batmanlık boğa geri geri
gitmiş. Arka ayaklarının üzerine yıkılarak çökmüş. Neye
uğradığını şaşıran boğa bir daha sürüp gelmiş. Oğlan bu sefer
yumruğunu boğanın alnına dayamış. Süre süre meydanı bir
uçtan, diğer uca dolaştırmış. Azgın boğa ile epey mücadele
etmiş. Ama ne boğa alt edebilmiş ne de oğlan!
Boğanın iki küreğinin arası terden köpük bağlamış. Oğlanın
ise takati kesilecek gibi olmuş. Bu ara, “Yıkılacak dama
dayak verirler. Ben niye boğaya destek oluyorum?” diye
fikreylemiş. Boğanın alnından kenara doğru çekilivermiş.
Bunun üzerine azgın boğa, direği alınmış dam gibi ağzının
üstüne yıkılmış. Oğlan bunu fırsat bilerek hemen bıçağını
çıkarmış. Kalkmasına izin vermeden azgın boğayı bir solukta
haklamış. Dirse Han’ın oğlancığı Bayındır Han’ın azgın boğasını
yenince kudretli Oğuz beyleri birer birer Akmeydan’a
inmişler. Oğlanı alnından öperek takdir etmişler.
Bu sırada Dirse Han, hanlar hanı Bayındır Han ile sohbet
ediyormuş. Henüz oğlunun gösterdiği hünerden haberi
yokmuş. Dedem Korkut, gelerek oğlanı babasına götürmüş.
Hanları selamlayıp oturmuş. Kudretli Oğuz beyleri de toplanınca
Dedem Korkut, iki dizinin üzerine doğrulup, “Hey
Dirse Han! Senin oğlun Bayındır Han’ın azgın boğasını öldürdü.
Cümle âlem oğlunun yiğitliğini gözleriyle gördü. Bu
oğlan artık ad almayı hak etti. Oğlunun adı bundan sonra
Boğaç olsun. Adını ben verdim. Yaşını Allah versin. Oğul
atanın sırrıdır. İki gözünün biridir. Devletli oğul ocağının
korudur. Devletsiz oğul ocağını kurutur. Evladın akıllı, neylersin
malı? Evladın deli, neylersin malı? Ya evlat neylesin,
baba göçüp mal kalmazsa. Baba malından ne fayda var, başta
devlet olmazsa. Oğlun evladın devletli olsun hey Dirse Han!
Sen de babası olarak Boğaç’a beylik ver, taht ver. Boğaç akıllıdır,
erdemlidir. Beyliğe yeter mal ver, mülk ver. Boğaç, hünerlidir.”
demiş.
Yiğitlik vurmakla, beylik vermekle olur. Dirse Han, oğluna
beylik vermiş, taht vermiş. Mal mülk vermiş. Boğaç, bileğine
ve yüreğine sağlam bir yiğit olunca babasının adamlarıyla
gezmez olmuş. Yanına kendisi gibi gürbüz, kendisi gibi
cömert kırk yiğit alarak bunlarla arkadaşlık etmeye başlamış.
Bunun üzerine Dirse Han’ın adamları Boğaç’ı kıskanmışlar.
Neredeyse hasetten çatlayacak hâle gelmişler. Nihayet baba
ile oğlu birbirine düşürmek için bir hile hazırlamışlar.
Bir gün Dirse Han’ın adamlarından yirmisi huzuruna çıkarak,
“Hanım biliyor musun neler olmuş? Senin onmayası
oğlun kırk adamıyla Oğuz boylarına saldırmış. Gördüğü
güzel kızlara sarkmış. Yeni yetme çocukları korkutmuş. Aksakalların
sakalını, ak perçemli kadınların saçlarını yolmuş.
‘Akarsulardan haber geçti.’ dediler. ‘Kara dağlardan haber
aştı.’ dediler. ‘Bayındır Han’ın kulağına kadar vardı.’ dediler.
Bayındır Han, oğluna fena gazap etmekte imiş. Korkarız
gazabı bize de dokunur. Böyle oğlan senin neyine gerek.
Öldürsene!” demiş. Babasını oğluna düşürecek büyük yalan
söylemiş.
Bunları duyunca Dirse Han, beyninden vurulmuşa dönmüş:
“Böyle oğul bana gerekmez. Gidin, getirin; öldüreyim!”
diye öfkeyle bağırmış. Dirse Han’ın tuzağa düştüğünü gören
bir diğeri ileri çıkıp, “Biz senin oğlunu nasıl getirelim? Senin
oğlun bizim sözümüzü dinlemez.” deyip kenara çekilmiş. Biraz
sonra Dirse Han’ın öteki adamları çıkagelmişler. Yüzlerini
yere dikerek, “Dirse Han, bilir misin neler oldu? Senin oğlun
kırk adamıyla beraber senden habersiz av avladı. Kuş kuşladı.
Kara dağlarını kırdı geçirdi. Sonra kalkıp senin evine geldi.
Anasıyla söz birliği, ağız birliği etti. Seni öldürmeye ant içti.
Gözümüzle gördük, kulağımızla duyduk. Böyle oğul senin
neyine gerek? O seni öldürmeden sen onu öldürsene!” demişler.
Dirse Han’ın, bunları da duyunca hiddetinden gözleri
kararmış: “Böyle oğul bana gerekmez. Varıp getirin. Hemen
öldüreyim!” deyip kılıcını sıyırmış. Yalancılardan başka biri
yine başını uzatarak, “Biz senin oğlunu nasıl getirelim? Senin
oğlun bizim sözümüzü dinlemez. O inanırsa yine sana
inanır. Oğlunu al, ava çık. Av avlayıp kuş kuşlarken ok atar,
öldürürsün. Biz de ağız birliği eder, ‘Kaza oldu!’ deriz. Baba
okundan kim şüphelenir?” diyerek Dirse Han’ın aklını iyice
çelmiş.
Dirse Han, adamlarına altın gümüş dağıtıp gönüllerini
hoş etmiş. Hiç vakit geçirmeden oğlunu alıp Kazılık dağına
ava çıkmış. Kuş görünce vurmuşlar. Yokuş görünce durmuşlar.
Güle oynaya av avlamışlar. Kuş kuşlamışlar. Gün akşam
olurken bir derenin içine varmışlar. Dirse Han o vakte kadar
Boğaç’ı öldürmeyince kırk namert yerinde duramaz olmuş.
Biri Boğaç’ın yanına sokularak, “Boğaç! Han baban, ‘Oğlum
gitsin, geyikleri getirip önümde avlasın. Ok atışına bakıp kıvanayım.
At binişine bakıp güveneyim.’ diyor.” demiş.
Boğaç, saygısından dolayı babasının önüne geçmezmiş.
Onun gerisinden gelirmiş. O zamanlar oğul babanın sözünü
ikiletmezmiş. Baba sözünü ikiletene oğul demezlermiş. Boğaç,
babasından gelen haberle at oynatıp gitmiş. Bir zaman sonra
önünde koca bir geyik sürüsüyle çıkagelmiş. Babasının önünde
tek tek geyik avlamaya, hünerini ortaya dökmeye başlamış.
Boğaç, babasının önünden bir o yana, bir bu yana geçtikçe
kırk namert fırsatı ganimet bilmiş. Kırk namerdin kırkı
birden, “Dem bu demdir.” deyip Dirse Han’a yaklaşmışlar:
“Görmüyor musun Dirse Han? Sanki yazıda yabanda yer mi
kalmadı? Boğaç niye senin önünde geyik avlıyor sanıyorsun?
Niyetini hâlâ anlamadın mı? Geyiğe atar gibi yapıp seni vuracak.
O seni öldürmeden sen onu öldür. Başka fırsat bekleme!”
demiş. Bu sözlerden sonra Dirse Han’ın gözünü kan
bürümüş. Kulaklarına kurşun dolmuş. Artık olanı görmez,
denileni duymaz olmuş. Sadağından bir ok alarak üzengiye
kalkmış. Kurt sinirli yayını gerdiği gibi bıraktığı bir olmuş.
Ok yaydan çıkınca geri döner mi? Dirse Han’ın kurt sinirli
yayından çıkan ok vınlayıp gitmiş. Yedi yıl sonra, dualarla
niyazlarla zor bulduğu oğlu Boğaç’ın iki küreğinin arasına
saplanmış. Boğaç, “Anam!” diyerek geri dönüverince babası
ile göz göze gelmiş, bu arada hızlı kanı düdük gibi şorlamış.
Bir anda gözleri kararmış. Kulakları uğuldamış. Bir şey göremez,
duyamaz olmuş. Çaresizce atının boynunu kucaklayıp
yere düşmüş. Dirse Han, koşup oğlunun üstüne kapanmak
istemiş. Ama o kırk namert, buna bile izin vermemiş. Atının
dizginlerini çekerek Dirse Han’ı alıp evine getirmişler.
Gülçehre, meğer o gün oğlunun ilk avını kutlamak için
attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmiş. Yemekler
yaptırmış, içecekler hazırlatmış. Altın kadehler, gümüş
sürahiler dizdirmiş. Büyük bir ziyafet sofrası kurdurmuş.
Oğuz beylerinin avdan dönmesini beklemiş. Gülçehre, Dirse
Han’ın geldiğini duyunca sevinçle avluya çıkmış. Kocasını
karşılamış. Kırk adamı ile perişan bir hâlde çıkagelen Dirse
Han, hanımına ne selam sabah eylemiş ne de bir tek söz söylemiş.
Ağzını bıçak açmadan yüzünü yere dikip acı acı inlemiş.
Dirse Han’ın hâli bir yana dursun. Gelenlerin arasında
Boğaç’ı göremeyince Gülçehre’nin aklına kötü kötü düşünceler
sökün etmiş. Gülçehre, Dirse Han’a söylemiş. Görelim,
hanım ne söylemiş:
Beri gel hey, başımın bahtı, evimin tahtı.
Han babamın güvendiği, kadın anamın sevdiği!
Göz açınca gördüğüm, gönül verip sevdiğim!
Kudretli Dirse Han!
İki gittin, bir geliyorsun, oğlum nerede?
Boğaç’ımın süt emdiği damarlarım sızlıyor.
Kör olası gözlerim kötü seğiriyor.
Sarı yılan sokmuş gibi tenim şişiyor.
Herkes burada, yalnız yavrum yok!
Kurumuş çaylara sular saldım.
Allah dostu velilere adaklar adadım.
Aç görünce doyurdum, çıplak görünce giydirdim.
Dua niyaz, Allah’tan bir oğlu zor buldum.
Oğlum nerededir ey Dirse Han söyle bana!
Kara başım kurban olsun bugün sana!
Gülçehre, daha nice dil dökmüş. Fakat Dirse Han’dan tek
kelime cevap alamamış. Kırk namert karıyla kocanın arasına
girip, “Oğlun sağdır, esendir. Av tadını alınca geyik peşinden
gitti. Akşam sabah demez, çıkar gelir. Sen kaygılanma. Bey
ise sarhoştur, sana cevap veremez!” demiş. Gülçehre, Dirse
Han’dan umudunu kesince kırk ince belli cariyesini yanına
alıp Kazılık dağına doğru at koşturmuş. Derelerden sel gibi,
tepelerden yel gibi geçip bir solukta zirveye çıkmış. Elini alnına
siper eyleyip yukarılardan aşağıları gözetlemiş. Sağına
bakınmış. Soluna bakınmış. Dönmüş, yanına yönüne bakınmış.
Bir de ne görsün? Bir derede kargalar kuzgunlar inip
inip kalkıyor. O an yıldırım gibi dereye doğru akmış. Gele
gele gelmiş ki oğlancığı iki küreğinin arasından oklanmış, al
kanlar içinde yatıyor. İki sadık köpekceğizi de başında ona
bekçilik ediyor. Kargayı, kuzgunu yaralı gövdesine kondurmuyor.
Gülçehre, atından atılıverip oğlunun üstünekapanmış.
Koca dağları ağıta boğmuş. Büyük feryat figan koparmış.
İki döküp bir söylemiş. Görelim hanım, ne söylemiş:
Kara gözlerini uyku bürümüş, aç oğul!
On iki kaburgan kırılmış, toparlan oğul!
Can kuşun uçar olmuş, bırakma oğul!
Gövdende can kaldı ise söyle bana!
Kara başım kurban olsun sana!
Akar suların akmaz olsun Kazılık dağı!
Gölgeli ağaçların küle dönsün Kazılık dağı!
Koşan geyiklerin taş kesilsin Kazılık dağı!
Arslandan mı, kaplandan mı söyle oğul!
Bu kaza başına kimden geldi, bileyim oğul!
Boğaç annesinin feryadıyla uyanmış. Başını kaldırıp
onun yüzüne bakmış: “Ak sütünü emdiğim canım anam!
Kazılık dağının sularına, ağaçlarına, geyiklerine, arslanına,
kaplanına beddua etme. Hiçbirinin günahı yoktur. Beddua
edeceksen babama et. Bu suç, bu günah babamındır. Artık
ağlama canım anam! Bu yaradan bana ölüm yoktur. Az önce
boz aygırlı Hızır geldi. Yaramı üç kere sıvazladı. ‘Ana sütü ile
dağ çiçeği yaranın merhemidir.’ deyip gitti.” demiş. Kırk ince
kız, bunu duyunca hemen dört bir yana yayılmış. Taze açmış
dağ çiçeği toplayıp getirmişler. Gülçehre, ise ana sütü sağmak
için kuru memelerini bir kere sıkmış. Ama bir damla bile
çiğ süt gelmemiş. İki kere sıkmış. Zırnık çıkmamış. Üçüncü
sefer annelik havliyle zorlayınca kanla karışık biraz süt gelmiş.
Hiç vakit kaybetmeden dağ çiçeklerini bir kabın içinde
ezmiş, ana sütünü karıştırıp bir güzel yoğurmuş. Kıvamını
bulunca oğlunun yarasına sürmüş. Üstünü ipek yaşmağıyla
sarıp sarmalamış. Oğlunu bir ata bindirip gözden uzak, emniyetli
bir yere götürmüş. Dirse Han’dan saklayarak hekimlere,
otacılara emanet etmiş.
At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Boğaç kırk günde
iyileşip ayağa kalkmış. Artık eskisinden daha iyi at biner, yay
çeker, ok atar olmuş. Bunu duyan kırk namert bir araya toplanmış:
“Dirse Han, oğlunun sağ olduğunu duyar da gerçeği
öğrenirse hiçbirimizi yaşatmaz. En iyisi Dirse Han’ı tutmalı,
götürüp kâfirlere satmalı.” Diyerek sinsice varmışlar. Evlat
acısıyla sararıp solan Dirse Han’ı tutmuşlar. Ellerini arkasından
bağlayıp boğazına ip geçirmişler. Ekmeğini yedikleri,
suyunu içtikleri Dirse Han’ı at ardında sürüyerek gizlice kâfir
illerine doğru yürümüşler. Kudretli Oğuz beylerinin ise bu
işlerden hiç haberi olmamış.
Gülçehre, oğul derdinden kurtuldum derken bu sefer de
kocasının derdine düşmüş. Onca ihanetten sonra kime güvensin,
kimden aman dilesin? Doğruca Boğaç’ın yanına varıp
söylemiş. Görelim, hanım ne söylemiş:
Görüyor musun ey oğul, neler oldu?
Sarp kayalar sarsılmadan yer oyuldu!
Yurtta düşman yokken senin babanın üstüne düşman yürüdü.
Boynuna kıl sicim takıp at ardında sürüdü.
Aksakallı babanı kırk namert götürdü.
Kâfir ilinde köle diye satacaklar, durma oğul, durma!
Baban sana kıydı ise de sen babana kıyma!
Boğaç, babasına kırgın değilmiş. Ana baba hakkının aziz
olduğunu bilirmiş. Bu kara haber üzerine atına atladığı gibi
yürümüş. Kırk namerdin ardına düşmüş. Boğaç’ın gittiğini
gören kırk kan kardeşi de onun ardı sıra at koşturmuş.
Kırk namert, Dirse Han’ı sürüyerek bir müddet yol gitmiş.
Ağaçlık bir yere varınca durmuşlar. Dirse Han’ı bir ağaca
bağladıktan sonra yiyip içmeye başlamışlar. Boğaç, iz süre
süre kırk namerdi konduğu yerde bulmuş. Bunlara görünmeden
arkadaşlarına, “Bre yiğitlerim! Siz saklanın. Ben şunlara
varayım. Babamı bırakmalarını söyleyeyim. Beni tek görürlerse
belki babamı bırakırlar. Kavgada zarar görmesin. Ben el
etmeden de kimse yerinden çıkmasın.” demiş.
Boğaç, hızla kırk namerdin üstüne çıkagelmiş. Kırk namert,
Boğaç’ın tek başına geldiğini görünce birden ayaklanmış.
Birer kahkaha atıp, “Gelin, oğlunu da tutalım. İkisini
bir paraya satalım!” deyip kırkı birden saldırmış. Boğaç,
geldiği yöne doğru kaçmaya başlamış. Kırk namert de onun
arkasından hücum etmiş. Boğaç, kırk namerdi babasından
uzaklaştırıp, arkadaşlarının olduğu yere çekince geri dönmüş.
Arkadaşlarına el eylemiş. Kırk yiğit ağaçların arasından çıkarak
Boğaç’ın etrafında toplanmış. Boğaç ile kırk kan kardeşi
kaz sürüsüne şahin dalar gibi kırk namerde saldırmış. O an
büyük bir savaş kopmuş. Meydan dolu baş olmuş. Kırk namerdin
yirmisi kılıçtan geçirilmiş. Babayı oğula düşürenler
girecek delik gözetmişler. Boğaç kaçanı kovalamamış, aman
dileyene kılıç çekmemiş. Namertlerin cezasını verdikten sonra
gelip babasını kurtarmış. Alıp hürmetle Oğuz ülkesine
getirmiş.
Boğaç’ın bu yiğitliği hanlar hanı Bayındır Han’a duyurulmuş.
Bayındır Han da Boğaç’a beylik vermiş. Taht vermiş.
Dedem Korkut, gelerek boy boylamış. Soy soylamış.
Boğaç’ı övmüş:
Onlar da bu dünyadan geldi geçti.
Kervan gibi kondu göçtü.
Onları da ecel aldı, yer gizledi.
Fani dünya kime kaldı?
Gelimli gidimli dünya,
Son ucu ölümlü dünya!
Dua edeyim hanım: Güvendiğin dağların yıkılmasın.
Kaba gölgeli ağacın kesilmesin. Coşkun akan tatlı suların
çekilmesin. Aksakallı babanın mekânı cennet olsun. Ak perçemli
annenin yeri Fatma Ana yanı olsun. Kadir Mevla kimseyi
namerde muhtaç eylemesin. Hanım hey…